14 Eylül 2009 Pazartesi
13 Eylül 2009 Pazar
mimarlık tarihi
Sanayi öncesi devrimde;karmaşıklığı olmayan,kolay anlaşılan yapılar vardı.ilerleyen dönemlerde ; makinalaşma arttığı için yeni detaylar ortaya çıktı ve bunla birlikte karmaşık bir mimarlık ortaya çıktı. 1.Dünya Savaşından sonra; tarihi tamamen yadsıyan modern mimarileşme oldu.ve sanat ve mimarlık akımları oluştu.fakat bu yeni akımları besleyen düşüncelerin ardında hep geleneksel akım vardı.evrensel yapı üretiminin geçmişe olan sürekliliği her zaman vardır.ortadan kalkmaz. Her toplumun yerel kültür ortamının ortaya koyduğu değişiklikler vardır.politiklik vardır,alışkanlık vardır,(örn:Osmanlı evleri), şovinist tavır(ben en iyisiyim) vardır. Bütün mimari yapılar geçmişe olan bağlılığını ve duyarlılığını bilinçli veya bilinçsiz olarak sürdürür. 1960(modern akım) postmodernizm akımı vardır.bu akımda geçmişten bazı öğeleri alarak modern mimaride kullanmaktır.biraz alay ederek, mesela yapıya devasa kapılar,kolonlar koyarak.. Sanayileşme=kentleşme ile sanayi egemenliğinin baskısı ile tek düze evler vardır.birbirine benzeyen yapılar ortaya çıkar. Kemerler,sütunlar,payandalar(destek),klasik oranlar her zaman devreye girer.sınırsız güven sunan birikimlerdir bunlar tarih yadsınamaz Modern mimarlık;geleneksel mimarlık kavramlarını yapı tarihinin zengin ve karmaşık süreci içinden geçerek gelen içeriklerini yeni deneylerle,varlıklarını sürdürmeleridir. Yapı+insan karşılıklı ilişkileri mimarlık kavramlarını oluşturuyor. Fiziksel çevre=çevre kavramı son yıllarda çok önem kazandı.insan sürekli olarak kendini doğal ve yapay çevrede organizmanın bağımlı bir parçası olarak görüyor.insan sürekli kendi yaptığı mimarlık ürünleriyle çevreyi değiştiriyor.bu değişim toplumun ekonomik,kültürel,teknolojik,politik ve sosyal eğilimlerine göre değişiyor.örn, 19 yy. 2. yarısında Cenevizliler tarafından yapılan galata kulesi ile yine aynı zamanda yapılan Süleymaniye camisi sosyal ve kültürel ayrılıkla İstanbul da kendi içinde ayrılıyor. Temelde her şey ortak değişerek yapılar farklılaşıyor fakat kavramlar aynı. Sonuç olarak;insan çevreyi çevrede bir ölçüde insanı yaratıyor.çevreyi oluşturan her öğe insan yaşantısının bir parçasını oluşturuyor.örn;ev,okul,cami.pencereden görülen peyzaj…insan eylemlerine çerçeve oluşturmuş oluyorlar. Mimar;fiziksel çevreyi bir eşya gibi olmaktan çıkarır özgün bir hale getirir. Mimarlık sanatı;ideallerle(projede yansıtmak istediği),gerçek ve bağlayıcılığı vardır.gerçek arasındaki boşlukta oluşuyor.kuram(teori) ve uygulama(projeye uygun olarak gerekli malzemeyi kullanarak sürekli ve düzenli şans elde etmek) vardır.mimar her iki anlamda da deneyimli olmalıdır.
Yaratılmış olan her şey
Yapı yapmak kavramı maddi bir çevrenin parçasını oluşturuyor.Bütün üretilenlerin bir yapısı var.örn; eşyanın yapısında, biçimi ve sistemi arasında büyük bir bağlantı vardır.Eşyanın dokusu(plastik,ahşap) iskeleti var.Yapıyı oluşturanlar arasında ilişki var.Onların da çevresiyle ilişkisi var.Bir eşyayı tanımlarken öncelikle ne işe yaradığını (hangi amaçla kullanıldığını) bakarız.Kullanılabilir olmanın 1. amacı;eşyanın kullanıldığı alana uygun bir biçimde yapmaktır.
1-Biçimle amaç:
Birbiriyle bütünleşmeli.Biçimin kullanılma amacına uygun olması gerekir.
2-Malzeme- amaç:
Bir eşya yapılırken onun hangi malzemeden yapıldığını belirtmek gerekir.örn;sobanın ateşe dayanıklı olması,taştan yastık..yaratılan nesnenin işlevine uygun olması gerekir.
TONET sandalyesi: işlevi diğer sandalyelerle aynı ama özel, yaratmanın sonucu olarak ortaya çıkan özellikle daha rahat olması özelliğidir.
Mies van der rohe ‘nin yapmış olduğu koltukta da vardır.özellikle biçimin,malzemenin,işlevin olabilirlikle doğru orantılı olarak ortaya çıktı ürünlerdir.
Bauhaus’un tasarımı olan çaydanlık deneme çeşitlerinde önemli olan,işlev olarak ısıya dayanıklı olması ve çabuk soğutmaması.
-amaçla biçim den sonra en önemli gelen amaçla malzemedir. Arasında çok sıkı bir ilişki vardır.
3-Konstrüksüyon-Biçim:
Bir yapının biçimlenmesi için değişik ya da çeşitli öğelerin yan yana getirilmesi ve çeşitlendirilmesine konstrüksüyon denir.örn;kapı yapımı için; macun,boya,ahşap,çelik gibi malzemelere ihtiyaç duyulur.daha sonra bağlantı sistemleri ile bir araya getirilir.Bu yapım sürecinde izlenen yol ve o yolun sonunda ortaya çıkan bu ilerlemeler yapımı ve konstrüksüyonu ortaya çıkarıyor.
4-Strüktür:
Biçimi ayakta tutacak,kullanılabilecek hale getirecek sistemdir.
Bir şeyi çizerken hangi malzeme ile yapılacağını düşünürken ,inşa edilip ayakta kalacak hale gelmesi için yapılan iskeleti de düşünmek gerek , bu iskelete strüktür denir.Biçimden bağımsız olmayan biçim kalıbıdır.Biçim bir tümel düzense,strüktür dört ayağı , dayanma bölümü ve bunların alt düzenidir. örn;cam bardak; malzemesi ile strüktürü arasında hiçbir fark yoktur.tümel ve alt düzen ayırt edilemez.strüktür, yapım yöntemleri ve malzeme ile sınırlı olan düzendir.betonarme ve çelikle yapılan strüktürü kerpiçle tekrar edemeyiz.herzaman her malzemeyle istenilen biçim ve strüktür elde edilmez.
5-Teknik:
Herhangi bir eşyanın biçiminin oluşmasındaki teknik elimizdeki malzemeyi kullanma bilgimize bağlıdır.yapının ya da yapımın(strüktür) sınırlarını toplumun sahip olduğu teknik bilgi belirler.Beceri ile eski malzemenin(ahşap,taş…) daya uygun koşullarda kullanılmasını sağlar.bu da yeni biçim ve strüktürlerin ortaya çıkmasını sağlar.
--Yapı eylemi: istenilen herhangi bir amaca uygun biçimin ve bu biçimi ayakta tutacak strüktürün,amaca uygun bir malzeme ile ve yapım tekniğinin olanakları içinde gerçekleştirmektir. İnsan eliyle yaratılan bu fiziksel çevre bu yazdığımız etkinlikleri kapsayanbir yapıcılığın sonunda ortaya çıkar.
Mimarlık; özel bir yapı eylemidir.bazı evrensel ve doğal eylemlerde vardır.(sığınmak,saklanmak,yuva yapmak…) örtülü bir hacmin içine girip korunma,. Sadece insanlar toplumsal evrimin belirli bir aşamasına geldikten sonra kapsamlı yapı üretimine girmişlerdir.bu yapı üretiminde,
1. koşul:ihtiyaç ,
2.koşul:Binaya uygun biçim tasarımı
3.koşul:Bina da biçimi gerçekleştirecek malzeme ve teknik
Tekfur Sarayı

Konumu, tarihçesi, yapının tanımı
Edirnekapı ile Eğrikapı arasında, İstanbul’un kara tarafı surlarına bitişik Bizans yapısı, Türklerin burayı Tekfur Sarayı veya (Tekfur Dağı:Tekirdağı örneğinde de olduğu gibi) halk dilinde Tekir Sarayı olarak adlandırmalarına karşılık, yabancılar genellikle, 16.yy’da Konstantin Sarayı (Palatium Constantini), sonraları Porfirogennetos Sarayı derler.Tekfur Sarayı bu adı, erken Osmanlı döneminde, Bizans imparatorları ve derebeyleri için kullanılan bir terimden almıştır.Bazı Bizans kaynaklarının 14. ve 15. yy’larda ‘’Porfirogennetos Evi’’ olarak adlandırdıkları yerin burası olduğu sanılmaktadır.Babasının hükümdarlığı sırasında dünyaya gelen prenslere verilen porfirogennetos unvanının bu saray ile olan ilgisi anlaşılamamaktadır.Bizans imparatorlarının 12. yy’dan içinde yaşadıkları Blahernai Sarayı kompleksinin en güneyde ve yüksekteki bir parçası , bir pavyonu olarak yapılan Tekfur Sarayı‘nın hangi tarihlerde ve kim tarafından inşa ettirildiği bilinmez. İmparator VII. Konstantinos’un da lakabının Porfirogennetos olduğu düşünülerek önceleri bu binanın onun tarafından yaptırılmış olabileceği ileri sürülmüştür.Gerçekten VII. Konstantinos ‘un oğlu Romanos için ‘’aşırı derecede muhteşem’’ bir saray ,inşa
Pervitich haritası -ettirdiği bilinir ise de bunun yeri hakkında hiçbir ipucuyoktur.Tekfur Sarayı’nda görülen mimari süslemeyi 13-14. yy’lara mal eden yeni araştırmacılar ise eserin, VII. Mihael ‘in oğlu Konstantinos Porfirogennetos için yapılmış olabileceğini yine bir tahmin olarak ileri sürerler. Sağlam bir dayanağı olmayan bütün bu hipotezlere , şimdiye kadar hiç üzerinde durulmayan bir yenisi ilave olunabilir ki, o da İmparator I. Manuel Kommenos ‘un ilk eşi , Alman asıllı Eirene’nin isteği üzerine yaptırdığı, ‘’ Alman prensesin evi’’ denilen sarayın burası olması ihtimali yüksektir.Eski kaynaklarda, ‘’ pencerelerinden deniz,dışarıdaki arazi ve şehre hâkim manzara görülen ‘’ ve ‘’yüksek saray’’ olarak tarif edilen sarayın, aşağıda Haliç kıyısında bulunduğu iddia edilmekte ise de Tekfur Sarayı’nın bu tariflere çok uygun düşmesi ,onun bu ‘’yüksek saray’’ ile aynı olması ihtimalini kuvvetlendirir.Bu sonuncu görüş doğru olduğu taktirde,Tekfur Sarayı Bertha von Sulzbach ‘ın Bizans’ a gelişi (1146) ile ölümü(1160) arasında ,herhalde daha eski bir binanın ,belki de yine bir saray pavyonunun temelleri üstüne yapılmış olmalıdır.Ancak sonraları ,bilhassa 1261’De Bizans İmparotorluğu Latin işgalinden kurtulup ihya edildiğinde önemli bir tamir görmüştür.Nitekim K. Wulzinger tarafından yapılan bir incelemede ,binanın üzerinde iki ayrı tamir döneminin izleri tespit olunmuştur.Çok yıl önce, kaynakların yanlış tefsiri sonunda buranın, ordugâh önündeki Hebdomon Sarayı olduğu sanılmış ise de bu görüşün tamamen yanlışlığı , 1899’da A. Van Millingen tarafından ortaya konularak Hebdomon ‘un Bakırköy-Yenimahalle ‘De olduğu ispatlanmıştır.Tekfur Sarayı’na bazı eski yayınlarda 6.yy’ın meşhur imparatoru I. İustinianos ‘un ünlü komutanı Belisarios ‘la ilgili görülerek verilen Belisarios Sarayı adı da temelsiz bir yakıştırmadan ibarettir.Yüzyıllar boyunca Bizans imparatorlarının kullandıkalrı ve Sultanahmet meydanı ile kıyı arasındaki sahayı kaplayan Büyük Saray ,daha 12. yy’a doğru artık terk edilmiş ve yıkılmaya bırakılmıştı.Bu büyük kompleksten bugün sadece sahilde ,sur duvarı üstünde İustinianos Evi veya Hormisdas Sarayı denilen yapının kemerli bir parçası ile bir cephe kalıntısı ve Kutlugün (evvelce Karacehennem) Sokağı kenarındaki merdiven kulesi durmaktadır.Bizans ‘ın son yüzyıllarında kullanılan Eğrikapı-Ayvansaray arasındaki Blahernai Sarayı kompleksinden ise bugün yalnız Tekfur Sarayı denilen bu yapı ayakta kalabilmiştir. Tekfur Sarayı, fetihten sonra çeşitli maksatlarla kullanılmıştır.16. yy da Pirî Reis’in İstanbul resminde burası , üstünü örten çifte meyilli çatısı ve bitişiğinde burç üzerindeki balkonu ve bunu koruyan sundurmasıyla gösterilmiştir.yine 16. yy’da İstanbul ‘ a gelen Melchior Lorichs’in İstanbul panoramasında da bina sağlam bir halde ve üstü çift meyilli bir çatıyla örtülü olarak gösterilmiştir.Bu sıralarda da Tekfur Sarayı’nın hangi gayeye hizmet ettiği bilinmez.Yalnız,fil ahırı olduğuna dair bir kayıt vardır.P. Tafferner, 1688’ de Tekfur Sarayı’nı çatısız, üstü açık olarak görmüştür.İnkik’ten getirilen ustalara 1718 – 19 ‘da İstanbul’ da çini yaptırılması kararlaştırıldığında , Tekfur Sarayı yakınında bir çini imalathanesi kurulmuş, bu tesis 1724-25 de açılmıştır.Fırınların Tekfur Sarayı çevresinde bir yerde bulundukları tahmin edilmektedir.Burada yapılan çiniler, Tekfur Sarayı çinileri olarak Türk sanatında ayırt edilmektedirler.Küçük Çelebizade Âsım ‘ın Tarihi’nde kuruluşu anlatılan bu çini atölyesinin eserlerinin meşhur 1732 tarihli Sultan III.Ahmed Çeşmesi ile Eyüb’te 1725 de yapılan Kasım Paşa ve 1734’te inşa edilen Hekimoğlu Ali Paşa camilerinin iç süslemelerinde kullanıldığı genellikle kabul edilir.19. yy’ın başlarında ise burada bir şişehane açılmıştır.Aynı yüzyıl içlerinde Tekfur Sarayı bir ara ‘’Yahudihane’’ (Musevilerin toplu oturdukları sosyal mesken) olmuş,fakat burası 1864 ‘ de yanmıştır.Evvelce buralarda yaşayan Musevilerin sinagoğu (havra) , Tekfur Sarayı’nın az ilerisinde idi.içi duvar resimleriyle süslü olan bu önemli eser ne yazık ki son yıllarda tamamen ortadan kalkmıştır.Bir söylentiye göre ,Topkapı Sarayı hazinesindeki, ilk bulanın iki tahta kaşık karşılığında bir kaşıkçıya verdiği için ‘’ Kaşıkçı Elması’’ adıyla tanınan elmas ,Tekfur Sarayı içinde ,başka bir söylentiye göre , Yenikapı’da bulunarak, birkaç el değiştirdikten sonra IV. Mehmed zamanında (1648-1687) saraya girmiştir.
Mimari özellikleri
Tekfur Sarayı, eski sur duvarıyla Teodosios Surları arasına inşa edilmiş, üç katlı bir yapıdır(resim 2).Surun bir burcu ile evvelce arasında bir bağlantı bulunduğu ve burcun üst kısmındaki ,mazgallarla aydınlanan bir odanın , sarayın müştemilatı olarak kullanıldığı tahmin edilebilir.Türk döneminde Tekfur Sarayı ile bu burç arasında , bugün ortadan kalkmış olan ,kesme taştan büyük bir kemer inşa edilmişti.Bu kemerin klasik Türk mimarisi üslubunda olması ve hayli temiz ve itinalı işçilikle yapılmış bulunması , Tekfur Sarayı’nın Osmanlı döneminin klasik çağında pek ihmal edilmeyip,gösterişli bir biçimde kullanıldığına delil sayılabilir.Tekfur Sarayı’nın el alt katı , ikiz olarak düzenlenmiş dört kemerle öndeki avluya çıkan 17 m uzunlukta , yüksek bir bodrumdurBuranın evvelce iki dizi halinde sıralanan sütunlarla her biri birer tonozlo örtülü on iki bölüme ayrıldığı içerideki moloz temizlendikten sonra meydana çıkan sütun kaidelerinden anlaşılmaktadır.Ancak şehre bakan cephenin iç tarafındaki nişleri ayıran payelerin eksenleri,ortadaki sütunlara uymadığından ,bu duvarın alt kısmının daha eski bir yapının kalıntısı olabileceği akla gelir.Avluya açılan kemerleri taşıyan çifte sütunlar ile başlıkları ,son tamirde yeni olarak yapılmıştır.Fakat eskiden çizilen desenlerden ve moloz içinde bulunan bulunan bir parçadan ,sütunların üstlerinde aslında işlemeli başlıklar bulunduğu bilinmektedir.Bu bodrumun üstündeki birinci kat da dışarıdan sadece avluya bakan kemerli pencerelerden ışık almaktadır.Büyük kemerler içinde olan bu pencerelerin iç taraflarında,iki yanlarda,taş raflara sahip,niş biçiminde dolaplar bulunmaktadır.Herhalde yan taraftaki bir rampa yardımıyla çıkılan en üst katın ise dört duvarında da pencereler açılmıştır.Ahşap bir döşemesi olduğu tahmin edilen bu katın,Tekfur Sarayı’nın en itibarlı bölümü olduğu açıkca bellidir. 24x11 metre kadar ölçüsünde olan bu üst katın, Eyüb sırtlarına , Haliç ‘e ve karşı sırtlara,şehrin büyük bir bölümüne hâkim manzarası vardır.Doğu-güney köşede yükselen , eski sura ait burcun üstündeki mermer konsollar ,burada bir balkonun olduğuna işarettir.Bu balkonun varlığı Pirî Reis’in İstanbul minyatüründe de belirtilmiştir.En üst kattaki bir kapı balkona geçişi sağlıyordu.Güneye bakan cephenin ortasında bir şahnişin(çıkma) bulunmaktadır(resim 4).Bu,en üst kata ait ,tek kişilik bir ibadet hücresidir (şapel).Küçük bir apsisi ve minyatür bir kubbesi olduğu kalıntılardan anlaşılır.Tekfur Sarayı’nın üstünün evvelce kiremit örtülü,çifte meyilli ahşap çatıyla kapatılmış olduğu,bir tahmin olarak ileri sürülebilir. Tekfur Sarayı’nın şehre bakan güney Cephesi,kesme taştan,hiçbir süsleme olmaksızın yapılmıştır.Belki bilhassa alt kısmı daha eski olan bu cephenin yalnız en üst kat hizasındaki pencerelerin kemerleri taş ve tuğladan süslemelerle renklenmiştir.Avluya bakan cephe ise,bütünüyle işlenmiş ve bezenmiştir.Böylece Tekfur Sarayı’nın esas cephesinin bu taraf olduğu anlaşılmaktadır.Burada beyaz taş ile kırmızı tuğlanın renkli tesirlerinden faydalanılmıştır,iki katı ayıran friz ile kemer aralarındaki üçgen yüzeylerinde taş ve tuğlanın çeşitli geometrik motifler verecek biçimde kesilmeleri ve yerleştirilmeleri suretiyle zengin bir süsleme elde edilmiştir.Bu çeşit taş tuğla süsleme Bizans mimarisinde 10. ve 11. yy da başlamakla beraber 13. yy da yaygınlaşmıştır.Ayrıca kemerlerin etrafında özel olarak yapılmış ,gül biçimi verilmiş küçük süs çömleklerinin harcın içine saplanarak sıralanması suretiyle de değişik bir bezeme meydana getirilmiştir. Bu teknikte süsleme , Bulgaristan ve Sırbistantan’daki bazı eski yapılarda görüldüğünden bunun balkanlara özel olduğu sanılmıştı.Fakat aynı tekniğin İstanbul’Da olduğu kadar Anadolu’da bazı Bizans eserlerinde de kullanıldığı tespit edildiği gibi. Tokat’ta bir Türk türbesinde de rastlanmıştır.Böylece bu süslemenin Balkanlara has olmadığı ortaya çıkmıştı.En üst kat pencerelerin etraflarında evvelce mermerden profilli çerçeveler bulunduğu da kalan parçalardan öğrenilmektedir. Tekfur Sarayı’nın tek başına olmayıp bir saray toluluğunun bir parçasını teşkil ettiği ,az kuzeyde 30 -40 metre kadar ilerde bulunan ve sur duvarı üzerine oturan başka bir pavyonun,muntazan taş ve tuğla dizileriyle yapılmış cephe kalıntısından belli olmaktadır.Tonozlu ve kemerli bir bodrum üstünde yükselen bu yapıdan bugün sadece bir pencereye sahip ufak bir parça kalmıştır.Bu pencerenin birinin alınlığında evvelce dört ’’B’’ harfinden meydana gelmiş bir Bizans arması bulunuyordu. Geçen yüzyılın sonlarında bu taş yerinden çıkarılarak, Eğrikapı’da Panayia Suda Kilisesi’ne götürülmüştür.Tekfur Sarayı’nın muftelif yerlerinden eskiden görüldüğü iddia edilen Bizans ve Paleologoslar armalarından hiçbir iz olmadığı gibi , bu söylentilerin gerçeğe dayandığı da çok şüphelidir.Bizans imparator saraylarının ayakta kalabilmiş tek örneği olan Tekfur Sarayı , İzmir yakınlarındaki Kemalpaşa ‘da ki 13.yy ‘ a ait Laskarislerin sarayı ile benzerlikler gösterir.Dış süsleme bakımından ise ,Batı Almanya’da Lorsch Manastırı’nın 9.yy’dan kalma kapısıyla arasında uzak bir benzerlik kabul edilmektedir.Tekfur Sarayı ,İstanbul’un Bizans çağına ait en değerli eski eserlerinden olduğu kadar ,ayakta kalabilmiş bir Bizans sivil mimari örneği olarak da dünya sanat tarihinde özel bir yere sahiptir.yapım ve onarım çalışmalarıTekfur Sarayı 20 yy. başlarında dört duvardan ibaret bir harabe halinde bulunuyordu.Yalnız bu arada yıkılmasını önlemek için ,avlu cephesini taşıyan sütunlar demirden dikmelerle desteklenmişti.1955- 1970 arasında yapılan birkaç kademeli tamirde, bu demirlerin yerine yeni mermer sütunlar konulmuş ,duvarların yıkılan kısımları tamamlanmış,içeride ve ön avluda birikmiş molozlar tamamen kaldırılarak ,bina Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü’ne bağlanmış, avlunun ortasına ( maalesef sarayın cephe görüntüsünü bozan) bir bekçi evi yapılarak,burada bir müze bekçisi görevlendirilmiştir.Son yıllarda Tekfur Sarayı ‘nın üstünün kapatılması ve katlarının yapılması yolunda bazı tasarılar olmuş,hattâ bu hususta bazı projelerde çizilmiştir.
Şuanda Fatih Belediyesi’ne bağlı Ayvansaray Mahallesi’nde bulunan ve restorasyonuna 2005 yılında başlanan Tekfur Sarayı ve Anemas Zindanları’nda, belediye, çarpık kentleşme ve yığılma nedeniyle çöküntü haline gelen bölgeyi kentin kültürel belleğine geri kazandırmayı amaçlamıştı. İstanbul surlarının çevrelediği 1,5 hektarlık bir alanda bulunan Ayvansaray Mahallesi’nde yapılacak olan restorasyon çalışmaları çerçevesinde, Bizans döneminin ayakta kalan tek saray yapısı olma özelliğini taşıyan Tekfur Sarayı ile birlikte, gene Bizans döneminin en büyük saray komplekslerinden biri olan Anemas Zindanları’nın restore edilmesi amaçlanmıştı.İstanbul Büyükşehir Belediyesi restorasyon kapsamında temizleme çalışmalarına başlanan Tekfur Sarayı UNESCO heyetinin restorasyon çalışmalarını doğru bulmamasıyla çalışmalar durdurulmıştur.
felsefi düşünce ile ideolojik düşünce
Felsefi düşünce eleştirel bir düşüncedir; yani kendisine veri olarak ele aldığı her türlü malzemeyi aklın eleştiri süzgecinden geçirir. Bu malzeme a) doğrudan doğruya kendisine yöneldiği varlık alanı tarafından kendisine sağlanabileceği gibi b) bundan daha sık rastlandığı üzere bu varlık alanları ile ilgili olarak başka entelektüel etkinlikler tarafından sağlanan malzeme olabilir. Örneğin felsefeci, doğrudan doğruya doğa, tarih, toplum üzerinde eleştirel bir bakış açısıyla düşünebileceği gibi kendi deneyleri, çeşitli bilimler tarafından bu varlık alanlarıyla ilgili olarak kendisine sağlanan veri malzeme üzerine de düşünebilir. Bu son özelliği ile felsefenin bilginin bilgisi veya refleksif bir düşünce faaliyeti olduğu söylenir. Refleksiyon, kendi üzerine dönme anlamına gelir. Burada zihin kendi üzerine dönerek sahip olduğu bilgiler üzerinde düşünür. Gerek empirik hayatın kendisi, gerek herhangi bir sanatın icrası veya bilimler bize bir dizi bilgi verirler. Felsefe, esas itibariyle işte bu bilgiler üzerinde düşünmek, onların temelini ve değerini yoklamak, soruşturmak faaliyetidir.Felsefi düşüncenin bir diğer özelliği, bilimsel düşünce ile ortak olarak paylaştığı kavram ve soyutlamalar kullanması ve bunların yardımıyla ilkeler ve yasalar ortaya atmasıdır. Bunu da felsefenin genelleyici veya ortak sonuçlara varmak isteyici özelliği olarak adlandırabiliriz. ideoloji ise,Genel olarak siyasi ya da toplumsal bir öğreti meydana getiren ve siyasi ve toplumsal eylemi yönlendiren düşünce, inanç ve görüşler sistemi; bir topluma, bir döneme ya da toplumsal bir sınıfa özgü inançlar bütünü; bir toplumsal durumu yansıtan düşünceler dizgesidir.ayrıca,dünyada eğitim ve geçim kavramlarının doğurduğu,bir fikire karşı farklı bir fikir sunma anlayışıdır. dünyada ideolojilerin varoluşu insanların keyiflerine göre şekillenmemiştir.ideoloji,toplumun ahlaksal yapısını göz önüne seren bir kavramdır. İdeolojiler hep gerekli midir,hayır."tarafsız" olunması gereken bir olayda,bir anda bertaraf ediliyorsak,ideolojilerimizi kullanmamız gerekir; ama herşeye ideolojik yorumlar getirmek de insanlık sorunudur.. dünyada iktidarların,dolayısıyla da otoritelerin varoluşu ancak ideolojilerle anlaşılabilir.ideolojiler,insanları yönetmek ve yönetilmek için vardır.burjuvazi tekeller ve kiliselerin başlattığı "kapital","ana para","krallık" gibi kavramlar,her zaman bir alternatifini doğurur. toplumun ahlaki ve kültürel yapısını oluşturan ideolojiler,sadece insanları birbirlerine düşürmeye yetmez,üstüne üstük sınıfsal ayrımcılıkları da başlatır. sadece toplumun değil,dünyadaki ahlakı da şekillendiren ideolojiler,artık baskılar ve yozlaştırmalar sayesinde basit "teoriler"e dönüşmektedir. ideolojiler gereklidir diyemeyiz.dünyada iktidarların varlığı ideolojileri,ideolojiler iktidar kavgalarını,iktidar kavgaları da insanların açgözlülüğünü ve vurdumduymazlığını yansıtır,hep de böyle kalacaktır.
Mimarlıkta ise ideolojik düşünme ile felsefi düşünme arasındaki ayrımı şöyle açıklayabiliriz:Çağdaş düşünme biçiminin bize kazandırmış olduğu en önemli deneyimlerden birisi de artık eskiye dair hatırladıklarımızın bizi şaşırtmıyor olması. Ve artık biliyoruz ki, bu yapıları bu derece mimari imgelerimize egemen kılan onların çelişki kaldırmaz doğrulukları değildir. Onları egemen kılan, bu yapıların o çağın ve o toplumun temsil dünyasında karşılık buldukları değer veya değerlerdir. Yapıların, temsil dünyasında karşılık bulduğu değerlerin örgütsel bir birliktelik kazanması ve bu örgütsel birliktelikten egemen bir sürecin doğması ise ideolojik yapılanmanın doğuşu demektir
Tam bu noktada mimarlıkta ideolojik düşünme ile felsefi düşünme birbirinden ayrılır. Artık felsefeden doğmuş mimari bir fikir felsefeye yabancılaşarak yeniden şekil kazanmıştır O artık felsefi bir fikir değildir. O artık egemen olan değerlerin bir parçası olarak ve bu değerlere güç veren bir söylem olarak vardır. Bu söylem ile düşünülmekte, bu söylem üzerinden yeniden fikirler yapılanmakta, bu söylem üzerinden değerler yeniden inşa edilmekte, bu söylem üzerinden oyunun kuralları yeniden yazılmaktadır.son olarak ideolojik düşünce ile felsefi düşünceyi kısaca ayırmak istersek;
ideoloji belli bir zümrenin dünya görüşüdür
ideoloji genel anlamda siyasal ve toplumsal içeriklidir, belli kaygıları vardır, bir şeylere cevap verip bir şeyler ister...
felsefî düşüncenin böyle kaygıları yoktur
felsefenin tek kaygısı düşünmektir
yani felsefe "şu da şöyle olsun, bu da böyle olsun" demez
tolstoy ile sokrates'in bilgelik anlayışı
Tolstoy, filozofların ve peygamberlerin ölümle ilgili görüşlerini bir bir düşünerek bu hayatın kötülüklerinden çıkış yolu arar. Hz. Süleyman, Budha, Sokrates, Schpenhauer, vs. bütün bu büyük insanların telkin ettiği husus, hayatın metafizik boyutuyla anlamlı olacağı; dünyada iyilik yapmaktan, erdemli bir insan olmaktan gayrı anlamlı bir seçeneğin olmadığıdır. Ve ölüm yokluk değil, daha iyi bir geleceğe atılan adımdır. Dolayısıyla Sokrates'in dediği gibi, "bilge kişi, hayatı boyunca ölümü arar, bu yüzden de ölüm ona korkunç değildir;" bunun yanında "maddi hayat bir derttir ve yalandır. Bu yüzden maddi hayatın yok edilmesi bir mutluluktur ve biz bunu dilemeliyiz." Böylece birçok bilge kişinin tebliğ ettiği hayatın anlamı ve buna bağlı olarak ölüm gerçeğini kendi hayat felsefesi olarak benimser: Epikürcü hayat felsefelerinin ve bilimsel çalışmaların, insanlara mutluluk veremeyeceğine inancı kuvvetlenir. Dünyevi bilgilerle ömrünü geçirenlerin, yani sadece aklı kendine ölçü kabul edenlerin ortaya koydukları bilgiler, büyük ölçüde hayatın anlamını inkâr etmektedirler. Tolstoy'a göre, akla dayandırılmamış bilgi inançtır.
Sokratesin bilgelik anlayışına gelicek olursak; Sokrates, "Bilgeliği, bilgece gidişten ayırt etmez. Gerek güzel ve hayırlı olan şeyleri bilip bunları işleyen ve gerek utandırıcı şeyleri bilip de işlemeyen insan gerne erdemli ve bilgedir" der. Ona: "Yapılması gerekeni bilip de aksini yapanlar bilge midirler''" diye sormuşlar. Cevap olarak demiştir ki: "— Onlar, izansızlardan daha az bilgisiz değildirler. Öyle sanıyorum ki, tüm insanlar, işe yarayacak şeyler arasından, bir şevi kullanmak istedikleri zaman en yararlı olanı tercih ederler. Şu halde kötü hareket edenler, gidişlerinin ne bilgini, ne de hâkimidirler. Adalet ve tüm diğer erdemler bilimdir. Zira. adalet ve erdemin oluşturduğu şeyler, güzel ve iyi şeylerdir. Bunları bilenler, bunlardan başka bir şey yapamazlar".Şu ifadeler de gösteriyor ki Sokrates, insan özgürlüğünün bilime bağlı olduğunu sanmaktadır. Daha doğrusu, bu özgürlüğü inkâr etmektedir. Yani, ona göre: Erdem bir bilimdir; ve erdem bir başkasına öğretilebilir
bilgisizlik ve bilgelik
İnsanlık tarihi ilkellikten modernliğe, karanlıktan aydınlığa ve bilgisizlikten bilgeliğe doğru sürekli bir devinim içindedir.öyle ki düşüncenin ilk dönemlerinden şimdiki dönemine kadar birçok fikir ve bilgi değişiklik göstermektedir Geçmişin bilgeleri, günümüzde bilgisiz gibi görünseler de aslında onlar, bügunkü bilgelerin temellerini oluşturmuşlardır.örneğin; düşünce tarihinin en önemli isimlerinden birisi olan Aristoteles, dünyanın hareketsiz olduğu gibi bir görüş geliştirmiştir; ama bu görüş kesinlikle Aristotelesin bir bilge olmadığının göstergesi sayılmamalıdır. Bilgisizliğin bilgeliği cümlesi, işte tam da burada kendini göstermektedir.yani geçmişin düşünce insanları,her ne kadar bilgisiz olsalar da birer bilge idiler; çünkü bu insanlari temelsiz bilgilerin gelişmeyeceği düşünüldüğünde , düşüncenin temellerini atmış ve bilgeliklerini kanıtlamış insanlardır. Bilgisizliğin bilgeliği bir başka bakış açısıyla bilgisizliğin bilgelik perdesi altında saklanması olarak açıklanabilir.bu bağlamda gösterme çabaları bilgisizlik içinde çırpınan kişilerin kendilerini bir bilge gibi gösterme çabalrı,onların kendi bilgisizliklerini bilgelik kavramının ardına saklanmalarının hareket bulmuş halidir. Sonuç olarak bilgisizlik ve bilgelik birbirinin ardından gelen ve birbirini etkileyen iki kavramdır.bunlar kimi zaman birbirlerini gölgelemek,kimi zaman da birbirlerini açıklamak için kullanılabilecek kavramlardır.ve bilgelik hem kendi kendinin,hem öbür bilimlerin , hem de bilgisizliğin bilimidir.Sokrates'i suçlayanlar vardır. Bu suçlayanların tam olarak kimler olduğu bilinmemekte; fakat başlarında Meletos'un olduğu sanılmaktadır. Ünlü komedya yazarı Aristophanes de Sokrates'i Sofistlerle (Şüphecilerle ) bir tutmuştur. Sokrates'in kötü, yalancı biri olduğu, her şeye karıştığı, eğriyi doğru diye gösterdiği gibi suçlamalar söz konusudur. Aristophenes, eserine Sokrates'in öğrencilere para karşılığında ders verdiğini, öğrencilerin aklını karıştırdığını yazmaktadır. Oysa Sokrates'in kimseye verecek bilgisi yoktur.Bir gün, Sokrates'in bir arkadaşı halka Sokrates'ten daha bilgili kimsenin olup olmadığını sormuştur. Tanrı sözcüsü, Sokrates'ten daha bilgili kimse olmadığını söylemiştir. Sokrates bu olanlardan sonra bilgili bir insan olmadığı hâlde Tanrı'nın neden böyle söylediğini düşünüp durmuştur. Sürekli kendinden daha bilgili birisini arar. Sonunda görür ki hiç kimse bilgili değildir. Yalnız kendisinin ayrıcalığı, bilgili olmadığını bilmesidir.Sokrates daha bilgiliyi arama sürecinde çok düşman kazanmıştır. Çünkü pek çok kişinin gerçekte bilgisiz olduklarını ortaya çıkarmıştır. Önce devlet adamlarının bilgisizliğini ortaya çıkarmıştır. Sonra şairlere gitmiş, onların şiirlerini yalnız içgüdü ile yazdıklarını göstermiştir. Sanat sahiplerinin de aynı kusuru taşıdıklarını, bilmedikleri şeylerden dem vurduklarını ispatlamıştır. Sokrates aslında asıl bilgiye sahip olanınTanrı olduğunu düşünmektedir. Bu süreçte, Sokrates kafasını meşgul eden soruların cevabını ararken çevresinde olan bitenlerin farkına varmamıştır. Etrafındaki pek çok kişi, onun gençleri doğru yoldan ayırdığını, tanrıların yerine yeni tanrılar koyduğunu söylemektedir. Bu söylentiler onu mahkemeye sürükler. Sokrates, mahkûm olursa suçlandığı gibi tanrıtanımaz olduğu için değil üzerine kin çektiği içindir.Bu gelişmeler karşısında, Sokrates çok soğukkanlıdır. Ölmek veya mahkûm olmak onun umrunda değildir, o sadece doğruların peşindedir. Tehlike karşısında yılmamak, korkmamak onun prensibidir. Ona göre insanların en çok korktuğu şey olan ölüm aslında kaçınılacak bir şey değildir. O sadece kötülük yapmaktan korkar.Sokrates, ideallerinden dönmemekte kararlıdır. O, asla Tanrı dışında kimseye boyun eğmez. Hakkında atılan iftiralar hep asılsızdır. Sokrates'in sürekli öğrencileri olmadığı gibi malı mülkü de yoktur. O dünya hayatına önem vermeyen bilge birisidir. Yargıçları yumuşatmak amacıyla asla mahkemeye ailesini ve çocuklarını getirmez. Kararı, tamamıyla yargıçların iradeleri elinde olan Tanrı'ya bırakır.Sokrates, mahkemece suçlu görülür. O bunu beklemektedir ve hemen hiç tepki göstermez. O, herkesten farklı bir kişidir. İnsanların geneli gibi makama, mevkiye, dünya hayatına hiç önem vermemiştir ki şimdi üzülsün. İnsanlara, hep ahlakı, erdemi öğütlemiştir. Böyle bir insana ancak devletin hesabına çalıştığı için ödül verilmelidir. Mahkeme, para cezası vermez; çünkü parası yoktur. Sürgün etmez; çünkü sürgüne gittiği yerlerde yine halkı yönlendirecektir. Nihayet ö-lüm cezası verilir. O, ölüm cezasına rağmen başkaları gibi ağlayıp sızlamamıştır. Yaptığı hiçbir şeyden dolayı pişmanlık duymaz.Platon'a göre Sokrates'in öldürülmesi için oy kullananlar çok acı çekecektir. Kurtulması için oy kullananlar ise gerçek birer yargıçtır.Sokrates'e göre ölüm bir ceza değildir. Sadece bir yolculuktur. Ayrıca öteki dünyada soru sormak yüzünden mahkûm edilme tehlikesi de yoktur. Sokrates, Atinalılardan son bir şey diler: Çocukları erdemden, doğruluktan ayrılırsa kendisinin Atinalılara gösterdiği gibi onlara yol göstersinler. Çocukları kendilerine fazla değer verir ve bu dünyada bir hiç olduklarını unuturlarsa onları azarlamalarını ister Atinalılardan.Sokrates, ayrılık vaktinde ölüme giderken yargıçlar da yaşamaya giderler. Fakat Platon'a göre, bunların hangisinin daha iyi olduğunu ancak Tanrı bilir.